ne aramıştınız?

31 Aralık 2022 Cumartesi

"la belle époque" çok iyi bir yılsonu filmi olabilir, bu vesileyle iyi yıllar!

 

bir yılı bitirirken, muhasebe defteri gibi arka planda akıp giden anılar, varolmaya dair aşılan yollar, yolda kalışlar, geri gidişler falan derken anılarla birlikte akan ivmeli grafikler... yılın son gününün bu karmaşık hislerini yaşarken, iyi bir film bulup, bu hissi anlamlandırmak istiyor insan. çünkü biliyorum iyi bir film bulamazsak, arama motoruna yılbaşı filmi yazıp orda biraz dolaşıp, en son "The Grinch" izlerken buluruz kendimizi.

bu yıl öncekilerin aksine daha şanslı bir an oldu. 2019 yapımı  "La Belle Époque" isimli "Nicolas Bedos"un yazıp yönettiği bir Fransız filmi denk geldi, Mubi'den. Hani mahalleden arkadaşlarımızla izlediğimiz bol aksiyonlu, araba patlatmalı filmlere bakıp, "biz neden böyle filmler yapamıyoruz" dediğimiz anlar var ya, ben o anlardan, o anlardaki varlığımdan utandım bu filmi görünce. biz diye bir şey varsa eğer asıl neden böyle film yapamıyoruz? 

film, gençliği 70'lere, üstelik de Fransa'ya denk gelmiş şanslı insanların günümüzdeki sıkıcı yaşlılığından ve gençleşme çabalarından hareketle bir bilimkurgusuz zaman yolculuğu tasarlıyor. gereksiz drama yaratmaya falan hiç ihtiyaç duymadan, rasyonel bir atmosferde, ayrılığı, aldatmayı, kendini bulmayı, kendinden kaçmayı falan mükemmel bir ritimle ortaya koyuyor. üstelik öyle uyku getirenlerden falan da değil hiç. eğer, benzer duygular içerisinde, bir sene sonu filmi arıyorsanız, pişman olmayacağınız bir seçim. 

biz neden böyle filmler yapamıyoruz derken de kendime şaşırıyorum biraz. kendi kendime aynanın karşısında şu diyaloğu canlandırıyorum "anlamıyorsun dostum, biz diye bir şey yok" . bu kadar itilip ötelenip yabancılaştığım toplumdan, hala biz diye bahsetme çabama şaşırıyorum. toplumun aksine, ben gerçekten sevmişim sanırım. beni kullanabildiği, işlevselleştirebildiği ölçüde seven bir toplumun nesini sevmişim demiyorum, çünkü buralarda bir yerde, hala daha fazla uzağa gidememiş olması gereken ama bir türlü yüzeye çıkamayan bir sürü güzellik var, biliyorum. bu güzelliklerin, büyük harflerle, HER ŞEYE RAĞMEN olduğunu da biliyorum. 

o değil de, film çok güzel. evet kıskandık. 

bu  vesileyle 2023 yılının iyi geçmesini diliyorum. 

20 Mart 2021 Cumartesi

Herkes güvende mi?

 Yarın sabah önemli bir sınavım var. Eskiden olsa, "hayatımı değiştirecek sınav" gözüyle bakardım, artık öyle bakamıyorum, hayatın değişebilirliğine olan inancım "incinmiş".

Son bir haftada olan biten her şey, beni maziye götürdü. Bu blog, ben öğrenciyken başlamıştı, uykusuz gecelerde ya da o gecelerin sabah ezanında yazar yayınlardım. Yine bir uykusuz gecede ve yine sabah ezanı okunurken burda buldum kendimi. Eski yazdıklarıma baktım, bir kısmını yayından kaldırmışım. Ne değişmiş memleket ve ne kadar değişmişim ben. Eskiden korkmazdım, gözlerimi kaçırmazdım, beni tehdit eden şeylerin üzerine yürürdüm. Sonra bir ara korkmaya başlamışım ki yazdıklarımı kaldırmışım, daha da korkmuşum sonra artık yazmamaya başlamışım. 

Şöyle bir baktım da yazdıklarıma, neler değişmiş on yılda. Bir ara CHP ile MHP ittifak gibiymiş mesela, çözüm süreci varmış. Şimdi HDP kapatılıyor. Ülkede iktidar değişmiş gibi ama sadece tek başına iktidar değişmemiş, muhalefet de değişmiş. Aynı isimler, aynı partiler ama görüşler değişmiş. Cemaat diye bir şeyden bahsetmişim bir dönem, "ülkeyi ele geçiriyorlar, yargıyı ele geçiriyorlar" diye. Cemaatin başkanlık sistemi projesi vardı mesela, "üçüncü meşrutiyet" diye yazmışım bir şeyler.  Gezi parkı olmuş. Bu kadar fikir ve duruş bu kadar el değiştirmişken ben nasıl değişmeyeyim, sen nasıl aynı kalasın değil mi? 

Son bir haftada ülke gündemine dair çok sarsıcı gelişmeler oldu. Andımız meselesi tekrar gündeme geldi, Ayasofya baş imamı diye bir şey icat edildi, şeyhülislâmlık denemesi yapılıyor. Derken son iki günde HDP kapatma davası, Gezi Parkının bir vakfa devredilmesi ve gece yarısı fermanla duyurulan, İstanbul Sözleşmesinin kaldırılması. 

Güvende hissetmiyorduk, kendi güvenlik çemberimizde üç kuruşluk bir huzur ve konfor alanı inşa etmiş orda yaşamaya çalışıyorduk. Bu üç kuruşluk huzuru da bize çok görmüş olacaklar ki düğmeye basmışlar. 

Bütün bu gelişmelerin, senin ya da benim, sizin ya da bizim daha rahat ya da daha güvenli bir ortamda yaşamasıyla alakası olmadığını biliyorum. Game of Thrones aslında bütün mesele. Ben de Jamie Lanister, Ned Stark'ı tutuklamaya giderken, Jamie'nin atının kuyruğunun çarptığı vatandaşım. Ne yapabilirim ki? Ejderha Kraliçesinden medet umsam, onun da beni yakmayacağının garantisi var mı? 


19 Şubat 2019 Salı

Şirket demişken

Şirket demişken aslında başka şeylere bağlayacaktım ben konuyu. Bir önceki yazıda, sinemanın şirketlerden çektiğini kendi kişisel tarihimle özdeşleştirip, arada mantıksal bağ kuracaktım falan ama konu başka yerlere gitti. 

Her şeye şirketlerin karar vermesi, geri kalmış kalkınmamızın, sonradan görme kapitalist rejimimizin ve yer yer öğrenilmiş, yer yer dayatılmış çaresizliğimizin dramatik sonucu değilse ne?

Biz lisedeydik, okulun hemen karşısında mescid vardı. Bahçesi çevrili, öğrencilerinin çoğu yatılı olan, yurt ve okul binasının aynı bahçenin içinde olduğu bir okul. Bir gün müdür, sabah içtimasında yaptığı tebliğ ile öğle arasında bahçeden dışarıya çıkmayı yasakladı. Üst dönemlerden bir öğrenci abi söz aldı ve dedi ki “hocam biz öğle namazına ve cuma namazına gidiyoruz, o nedenle çıkmamız gerekiyor”. O zamanlar tabi henüz Laiklik tam anlaşılamamış. Sanıyorlar ki namaz kılana kıldırmazsam laik olurum. Bizim müdür de laik! Hayır dedi, siz Fen Lisesi öğrencisisiniz. Namazı yaşlanınca kılarsınız. Ciddi bir uğultu oldu, müdür laik laik bağırdı falan. Sonradan öğrendik ki asıl mevzu laiklik falan değilmiş. Okulun kantin ihalesini almış olan şişman abi müdüre gidip, “ben ihaleye bu kadar para verdim ama karşılığında, bana gelip para harcaması gereken öğrenciler, öğle yemeğine bile dışarıya çıkıyor, böyle iş olmaz” falan demiş. Şişman abinin rantını incitmemek için de müdür böyle bir yasaklama getirmiş. 
Çünkü biz kantinde para harcamak ve ihale şartnamesine yamuk yapmamak için okuldayız. Çünkü okul, kantin için yapılmış. Tabi ki onlar bizi düşünerek kantin ihalesi yapıp para alınca paranın karşılığını biz ödemezsek ayıp olur!

Üniversitede öğrenciyim, yemek için fiş alıp yemek yiyoruz. Üniversite idaresi ile yemekhane işletmesi arasında fiş satma konusunda bir anlaşmazlık olmuş, kartlı sisteme geçtiler. Yemek 1,5 lira. Biz öyle cebinden elli yüz çıkan öğrencilerden değildik, paramız varsa fiş alır yoksa arkadaştan elli kuruş alıp tamamlayıp yemek yerdik. Karta en az beş lira yükleniyor dediler. Kart makine sistemi değil, bildiğin bir memur makinenin tuşlarına basıp yüklüyor parayı. 
İdareyle konuştuk, paramız yokken yemek yiyemiyoruz dedik. Dediler ki sizin yemek paranızın yarısını devlet karşılıyor. Burda amcasına dayısına yemek ısmarlayanlar oluyormuş, şirket durumdan rahatsızmış, o nedenle böyle yapılacakmış. 

Çalıştığım hastanenin muhtelif yerlerine su sebili konuldu. Hastane kantincisi köpürdü! Kim koydurdu bunları? Kaldırtırım ben bunları! 
Sonra başhekimle konuştu, müdürle konuştu bir şeyler oldu ve sebiller uçtu. Aslında büyük ihtiyaçtı. Acile gelen ilaç içecek, su içmesi gereken her hasta kantinden iki liraya su alamıyor. Hastaneye gidiş geri dönüş falan için ayırdığı toplam bütçe, sadece yol için minibüse vereceği para kadar. Ne yapsın vatandaş? Ama tabi ki o vatandaş, kantin şirketinin karlılığını etkilememeli. Ayıp olur!

Hastanemizin yemekhanesi, yemekhane şirketinin talebi nedeniyle kart okutmalı oldu. Kimlik falan değil, bildiğin çipli birer kart verdiler, bu kartı okutursanız yemek yiyebilirsiniz dediler. Biz acil servisteyiz, yemekhaneye çıkamıyoruz. Yemek bize servis arabasıyla getiriliyor. Yemekhaneci abla dedi ki, siz kart okutmalıymışsınız yoksa size artık yemek bırakamayacağız. Peki kartı nerde okutacağız? Yukarda yemekhanede! Çünkü şirket, kime ne kadar yemek gittiğini başka türlü sayamıyormuş! 

Yıllardır şirket çıkarları nedeniyle alınan kararlara, yapılan uygulamalara, tedbirlere bakıyorum. Korkunç! Her konu esas amacından sapıp, hizmet satanların karsızlık kaygısını gidermeye odaklanıyor. Daha bir sürü örnek vardır! 



18 Şubat 2019 Pazartesi

Şirket sineması

Mars sinema şirketinin temsilcisi “biz de yeni cem yılmazlar buluruz” dediğinde ne demek istediğini çok iyi anladım. Keşke başka bir isim üzerinden verseydi bu örneği ama aslında düşününce, mümkünatsız değil! Üstelik öyle küstahça, kendini bilmezce bir açıklama da değil bence. Malumun ilanı!

Üslup değişir, yöntem değişir ama sonuçta endüstriyel sinemanın “komik” etiketine sahip bir senarist/yönetmen yaratması ve onu milyonlara mal etmesi çok zor olmaz. Biz bakarız, beğenmeyiz, izlemeyiz belki ama bu durum, yeni cem yılmaz’ın birkaç milyon gişe yapmasını engellemez. Yani aslında bir Cem Yılmaz yaratamazlar ama işlevsel olarak, ticari olarak yerini pek tabi doldurabilirler.

Ne zamandan beri sanatsal kaygılar taşır oldu sinema endüstrisi? Mevzunun endüstri halini alması, sanatsal  üretim ortadan kaldırmıyor mu zaten! 

Yılmaz Erdoğan’ın son filmi Organize İşler Sazan Sarmalı, NETFLİX’e verilmiş. Üstelik halihazırda sinemada gösterimdeyken! Benim hoşuma gitti bu durum, çünkü endüstriye alternatif her platform iyidir.

Sinema endüstrisi isterse yeni cem yılmazcıklar yapar, çünkü sinemayı televizyona çevirmeye çalışıyorlar. Yıllardır sinemanın kaymağını yiyen ama sinemanın gelişimine özgünlüğüne hiçbir katkı sunmayan, üstelik, yozlaşma sürecini bizzat destekleyen endüstri, şimdi dağıtımcılığın yanına, bir de yapımcılık ekliyor çünkü.

Yani bu ne demek? Hangi filmlerin çekilip hangilerinin çekilemeyeceğine kim, nasıl karar veriyor? Bir projeniz var mesela, bu projenin tutabilirliğini analiz etmeniz ve bir yapımcı bulup onu da ikna etmeniz gerekir. Yapımcı şunu düşünmek zorundadır, bu filmi dağıtımcıya satabilir miyim? Yapımcı için de dağıtımcının ikna edilebileceği bir proje olması gerekir. Dağıtımcı, bu bağlamda, mahallemizin bakkalından çok farklı değildir. Mahallemizin bakkalına şeker toptancısı gelir elma şekeri satmak ister. Bakkalımız hayır der, bunların modası geçti kimse almıyor artık. Lolipop ver sen bana yüz tane, ben bunu bir haftaya satarım. Lolipop garantidir mahalle bakkalı için. Lolipop gelse de yiyelim diyen bir sürü çocuk vardır mahallede. Toptancı der, abi bunlar yeni çıktı, çocuklar çok sever bunları. Yeni çıktı dediği, televizyonda bir sürü reklamı çıkmış, çocukların gelip gelip sorduğu sakız şeker karışımı bir üründür. Yenidir, alışılmış değildir ama Pazar yaratılmıştır ya, bakkalımız yüz tane de ondan alır. Bakkalımız riske girmez. Toptancımız riskini azaltmaya çalışır ve üreticimiz risk alamaz hale gelir. Artık, arada küçük denemeler yapılacak ama sadece banko kuponlara büyük oynanacaktır.

Sinema filmlerini böyle lolipopluğa kim getiriyor? Dağıtımcı şirket, film yapmaya başlasın, ne olur?

14 şubat geliyor, 2-3 tane aşk filmi yapalım.Yılbaşı geliyor, karlı kar tatilli yeni yıllı 4 tane film yapalım. Bu uzar gider. Piyasada dönen bir sürü film var, üç milyon izleniyor ama bir yıl sonraya kaç tanesi kalabiliyor? Bu yozluğu daha da yozlaştırmak, şeker üreten adama hiç olanak bırakmamak, bakkalın şekeri kendi üretmesi, nasıl fakirleştirir, nasıl yozlaştırır sektörü!

Bir de sorarlar sevgili Türk Sineması, nuri bilge ceylan nasıl varoldu? Zeki Demirkubuz nasıl varoldu? Senin bu yoz sinema ticaretinle mi? Hayır tabi ki de. Avrupa’nın film festivalleriyle! Başka nasıl finanse edebilirler kendi sektörlerini? Evet son dönemde, sanat filmlerinin izleyici kitlesinin genişlemesi sayesinde, sanat filmleri de uluslararası festival ödülü alması ya da ödüllü yönetmence yapılması koşuluyla, endüstriyel sinemanın sahnelerinde gösterim hakkı kazanabiliyor.


Sektör kodlarla çalışıyor ama sanat kodlara sığmaz. Boğulur, ölür. Yılmaz Erdoğan’ın son filmindeki doktor sahnesi örneğin. Belki yüz kere yapıldı, doktor kılığına girmiş bir adamı acil hastayla karşılaştırıp tirajikomik bir hadise yaratmak. Koskoca Yılmaz Erdoğan be! Senin ne işin var böyle klişelerle! Sen bir film yaparsın, repliklerin yirmi yıl konuşulur, karakterlerinin iç dünyası bize neleri sorgulatır! Bunu da demesem içimde kalırdı! 

3 Nisan 2017 Pazartesi

Bilyelerim, topacım!

Bir panayır yeri gibi geldi gözümün önüne birden. Çok değil 7-8 yıl önceydi, kalabalık ve siyasi bir arkadaş grubuyla pikniğe gitmiştik. Öyle geniş bütçeli bir piknik değildi, hepimiz parasız öğrencilerdik. Mangalda tavuk, biber, domates falan işte. 5-6 tane çuvalımız vardı, 4-5 metrelik bir halatımız, birkaç yemek kaşığı ve ziyanına çok üzüleceğimiz birkaç yumurta.. 
Ne eğlenmiştik o piknikte. Sene 2008 falandı. Ülkede karşı çıkacak, isyan edecek onlarca şey vardı ama sokaklarda insanlar öldürülmüyordu, doğrudan hayatımızı tehdit edenler de yoktu. Fetullahçılar pek kutsaldı o zamanlar. Alttan alttan devleti AKP-cemaat devleti yapıyorlardı. Hangisinin ne kadar pay alacağı kavgaları yansıyordu bazen haberlere. Biz ülkenin geriye gidişine üzülüyor, isyan ediyor ve kendi çapımızda solculuk yapıyorduk. Ama hava çok güzeldi. Halat çekmeyi kazanan takımda değildim ama kazanmak sadece hoşlandığım kızı etkilemek için önemliydi. Kaybederek de etkileyebildiğimi farkettim sonra. Sonra biz hep kaybetmeye başladık. Çuvallarımızı, ipimizi, kaşıklarımızı... Yumurtamızı fırlattık, o da şemsiyeden sekti. Yumurta fırlatan teröristlerdik yandaş medyada. Ama medyanın en çok yarısında. Bir yarısı bizi hala sempatik yayınlayabiliyordu. 

Biz halat çekmece oynarken mi oldu bu kadar mevzu? Ne oldu sahi? 

Mutluluğumuzu yitirdik! Umutlar var hala, çünkü yaşıyoruz, çünkü biliyoruz mutluluğun nasıl bir şey olduğunu. Mutluluğumuzu geri almak için ölmemiz, hapsedilmemiz, dayak yememiz mi gerekiyor? 

Biz bir milyonluk kaşıklarla yumurta taşımaca oynarken bizden nefret edenler varmış, bizi öldürmek isteyenler o zaman da varmış. Biz o kadar mutluymuşuz ki görmemişiz hiçbirini. İyiki de görmemişiz. 

Şimdi baharı bekliyoruz. Yeniden kırlara gitmek için. Belki bu sefer yumurtaları kırıp menemen yaparız. Belki bu sefer hava daha güneşli olur. Belki bu sefer halat bizim elimizde kalır, ne dersiniz? 

19 Temmuz 2016 Salı

Kutuplarda kıble ne taraf? Bir de hocam delirmek caiz mi?

Ben kendimi bildim bileli kutuplaşıyoruz. Böyle yeni yeni dünyayı ve içinde yaşadığım ülkeyi şimdiki gibi anlamaya başladığım zamanlar 20li yaşlardaydım. 3 Kasım 2002'den beri, etrafımdaki insanların kutuplarda bir o yöne bir bu yöne dönüşünü izliyorum. Kutuplarda her taraf kıbleymiş demek ki. 

Algısı kolay yönetilebilen insanlar tanıdım çokça. Mesela babam milli görüş kökenli eniştem cemaat tarafındayken önceleri babam hiç sevmezdi fethullah gülen cemaatini. Sonra birden ergenekon falan oldu. Babam fethullah gülen televizyonlarını, gazetelerini aşkla şevkle izlemeye başladı. Fethullah Gülene methiyeler dizdi çokça. O sırada eniştem Tayyip Erdoğan'a laf söyletmezdi. Şimdi ne olduğunu herkes biliyor. 
Mesela henüz ergenekon yokken ve ülke siyasetinde 'ordu' diye bir faktör varken, ordudan medet uman bir sürü arkadaşım vardı. Şeriat gelmez çünkü ordu var diyorlardı. 

Sonra onların bir kısmı bugün dombıra şarkısını cep telefonu melodisi yapmış, esnaf olmuşlar çünkü, ihaleye ihtiyaçları var. 

O yıllarda yetmez ama evet diyen arkadaşlarım da oldu benim. Onların da bazıları tankın arkasından yürümeye niyetlenmişler. Bazıları da tankın önüne geçmek üzereyken, ateşte yemeğim var diye geri dönmüş.

Mesela babamgiller şiddetle YÖK diye bir kurumun çok antidemokratik olduğunu, üniversitelerin özgür olması gerektiğini savunuyorlardı. Mesela cumhurbaşkanının neden bu kadar çok yetkisi var diye isyan ediyorlardı. Şimdiki durumu herkes biliyor. 

Sonra süreç zarar görmesin diye halaylarımız ayrıldı bir süre. 

Sonra gezi direnişi oldu. 'Devlet nedir ve kim içindir' iyice belledik o zaman. O zaman devlete itaati koşulsuz savunan arkadaşlarım vardı benim.

Şimdi geçen cuma gece tanklar uçaklar falan girdi devreye. Devlete itaat etmemeyi, sokağa dökülmeyi savunan arkadaşlarım koşulsuz itaatten vazgeçmiş görünüyorlar. 

Siyaset doğası gereği böyle esasında. Bugün bok dediğini yarın ekmeğe sürüp yerdin icabında. Ama bu toplum neden bu kadar siyasetçi? 

Neden her toplumsal olaya kutup kutup tepkiler var? Hiçbir ortak paydası olmayan kutupları aynı denklemde nasıl tutacağız? 

Hepimiz klavyenin tuşlarına bastıra bastıra kin öfke nefret kusarken, hepimiz kendi zekamızın çokluğuna ötekilerinin geri zakalı oluşuna vurgu yaparken, kim kurtaracak bizi bu deli sarmalından? 

Ya ne olur bizde çok onlarda az olan zekayı paylaşsak? Onlarda çoksa onlardan alsak? Biz kim ve onlar kim? Cuma'dan beri bu soruyu soruyorum kendime. Hala cevap yok! Egolarımızı besleyerek var olduğumuz yaşam şekli bizi yok oluşa doğru götürürken ya birisi kafamıza vurarak paylaştıracak ya da biz paylaşmayı öğreneceğiz. Aksi taktirde yolun sonu belli.

Bu denklemde ortak payda var aslında. Öfke, kin, nefret, kibir... Toplumsal olarak buluşabildiğimiz ortak payda bu! Şimdi paydaları eşitlemek iç savaşa tekabül ederken utandım ben kendimden. Bu muyuz yani biz? Pardon, biz kim? Siz busunuz diye sıyrılabiliriz belki de! 

Ben lisedeyken, henüz AKP çiçeği burnunda bir iktidarken AKP teşkilatına gidip gençlik örgütlenmesi oluşturmaya çalışmıştık. Çünkü bir özgürlük talebim vardı. Sonra ben solcu oldum falan uzun hikaye. Ama ben adım atmaya başladığımdan beri bastığım yerleri hatırlıyorum ve neden oralardan geçtiğimi de çok iyi biliyorum. Bireysel çıkarlarım ve durduğum noktanın açıklaması da tirajikomik. Hep dayak yiyen tarafta oldum ben. Ama ben hiç esnaf olmadım. Belki de ondandır, çıkarcı duruşlara ihtiyaç duymamam. Belki de ondandır dayak yiyen tarafta olmayı onurlu görmem.
 Esnaflığın doğasını anlayarak toplumsal barışı sağlayabilir miyiz peki? 
 
Belki hepimiz, politikacı inkarcılığından ve ikiyüzlülüğünden vazgeçip ayak izlerimizi geriye doğru takip ederek kendimizle yüzleşmeliyizdir. Açıklayamadığın hayat senin değildir çünkü belki. Esnaf arkadaşları tenzih ediyorum. Nihayetinde herkes eve ekmek götürme derdinde değil mi? 

Bu kavga ekmek kavgası değil mi? Esnaf olmak bunu gerektirirken var olmak için daha çok beğeniye ihtiyacımız var. Çoğumuz tv kanalı gibiyizdir belki de. Prime time da adımızdan söz ettiremediğimizde çok da bir şey olmadığımızı düşünüyoruzdur. Layklarla var olmanın devamında layk bağımlısı olmuşuzdur belki. Belki hepimiz esnafızdır aslında. 

Sahi hesabı nereye ödüyoruz? Bir de, kart geçiyor mu? 

21 Mart 2016 Pazartesi

Milli birlik ve beraberliğimiz acayip bir tehdit altında

Milli birlik ve beraberliğimiz acayip bir tehdit altında. Öyle böyle değil hem de!

Kafalarımız son derece karışık, beyinlerimiz yanmak üzere.. Hangi yaşam daha kutsal? Hangi ölüm iyi ölüm? Hangi ölüm kutsanacak ve hangisine çeşmeye giden testi muamelesi yapılacak? Hangi yaşamı sadeliğiyle ve hangisini şatafatıyla öveceğiz? Hangi şatafatları lanetleyip hangilerine "yakışır kardeşime" muamelesi yapacağız?

Çelişkilerimizi birbirimizin suratına çarparken, hangi gerçeklikte buluşmayı hayal edeceğiz? Kendi gerçekliğimizi döve döve özümsetmekten başka çaremiz olacak mı?

Saraylarda altın kaplamalı bardaklardan çayını yudumlayanları viski içmiyor diye halktan mı sayacağız? Ülkemizin kalkınmasında büyük hizmetleri olduğu için! holdinglerin vergi borçlarını silerken, vatandaşın faturalarını zamlandırarak, ekstra faturalar giydirerek sağlayabilir miyiz milli birlik ve beraberliğimizi?

Bir şehri 5 bin polis ve 10 bin seçme vatandaşla ziyaret edenlere, bu ziyaret esnasında şehirde yaşayan herkese potansiyel terörist muamelesi yapanlara şehrin altın anahtarını teslim edenlerde art niyet, ahlaksızlık aramayalım mı?

Sahi bir günde kaç kişi ölüyor bu ülkede? Bu ölümlerin ne kadarı tıbbi literatüre göre "önlenebilir ölüm".
Sigara içtiği için akciğer kanserinden ölen bir insanın ölümü tıbbi olarak "önlenebilir bir ölüm"dür. Tetanoz hastalığından ölen birinin ölümü önlenebilir ölümdür, çünkü aşısı mevcuttur. İş kazasında ölen birinin ölümü tıbbi olarak önlenebilir ölümdür, çünkü iş sağlığı ve güvenliği kuralları kimsenin ölmesine izin vermemek üzere şekillenmelidir.

Peki bizim kutsal tıbbımız, ölümleri engellemeyi, sağlıklı yaşamı savunmayı bu kadar misyon edinmişken bir canlı bomba eyleminde ölen vatandaşı nereye koyar? Ya da bir polisin ölümünü, bir askerin ölümünü, devletin öldürdüğü bir vatandaşı önlenebilir ölüm olarak değerlendirir mi?
Yoksa bu ölümleri "politik nedenler" olarak ötekileştirip sağlıkla ilgisiz bir mevzu kategorisine mi sokmakta? Aksi taktirde tıp camiasının siyasete bulaştığı mı söylenir?

Önlenebilir ölümleri ortadan kaldırma misyonuyla bir hareket başladığında buna kim karşı çıkar? Mesela sigaradan ölümleri azaltalım diye yürütülen kampanyalar sigara lobilerini rahatsız etmiyor mudur? Peki tetanoz mikrobu neden bu kadar sahipsizdir? Tetanoz hastalığından rant sağlayan kimse yok diye mi tetanoz hastalığına karşı yürütülen kampanya sessiz sedasız bir toplumsal uzlaşıyla başarılı biçimde yürütülmektedir?

Vücudun bağışıklık sistemi, dışardan giren mikroplara karşı gücünün yettiği ölçüde saldırıya geçmekteyken antibiyotikleri ve aşıları dış mihrak olarak mı değerlendirmek lazımdır? Peki bağışıklık sisteminin anormal durumlarından kaynaklanan, vücudun kendi kendine saldırmasıyla karakterize "otoimmün hastalıklar", devletin kendini var eden vatandaşını tanımaması, yok sayması ve yok etmesiyle özdeşleştirilebilir mi? Otoimmün hastalıklarda saldırılan bölgeler, vücut tarafından "hain" ilan edilmekte midir?

Bağısıklık sistemini yok etmeyi hedefleyen HIV virüsü, toprakta yaşayan leş yiyiciler dışında kime ne fayda sağlayabilir? Peki vücudun bağışıklık sistemini oluşturan hücreler her gün damarlarda dolaşarak bütün hücrelere, organlara ve sistemlere "biz sizin güvenliğiniz için ölüyoruz" demekte midir? Biz olmasak bakteriler, virüsler sizi yok edecek demekte midir?

Milli birlik ve beraberliğimizi nasıl koruyacağız? Öldürmek bu kadar meşru ve ölmek bu kadar kutsalken hangi milli? hangi birlik? hangi beraberlik?



21 Temmuz 2015 Salı

Peki tamam ama orda ne işleri varmış?

Ben de bazen soruyorum kendime. Tamam da burda ne işim var? Bu lanet yerde ne işim var benim? Kanı kanla yıkayan, kana doymayan bu topraklarda ne işim var?

Noktası virgülü aynı kınama metinlerini, 30 senedir, üşenmeden, aynı yavşaklıkla kameralara okuyan bürokratlarla; siyasi rant elde etmek için "biraz insanın" ölümüne karar verebilen pis insanlarla, her caniliğin, gaddarlığın arkasında bir "iyi niyet" arama çabasında olan gerizekalılarla aynı topraklarda ne işim var?

Bir de cevap mı vermek lazım ki? Lanet olsun.. İnsanların ortasında bir bomba patlıyor ve insanlar parçalara ayrılıyor. Bombanın orda patlaması çok normalmiş de sorun o insanların bombanın patladığı yerde olması mıymış? 

Sahi siz ne zaman bu kadar bencil oldunuz? Aynı fırından ekmek yedik, aynı çeşmeden su içtik.. Siz neden bu kadar bencil oldunuz? 

Kendinizi bu kadar güvende hissetmenizi sağlayan şey nedir? Zaten varlığına tahammül edemediğiniz insanların çok rahat katledilebiliyor olması mıdır yaşamanızın, huzurunuzun garantisi? Fena halde yanılıyorsunuz. Bu gerizekalılığınız ömrünüzü uzatmayacak. Yine yaşayacağınız kadar yaşayacaksınız. Size ekstra bir refah seviyesi de gelmeyecek bu aptallığınızdan dolayı. Sadece, varlığını sizin bu embesilliğinize borçlu olan düzen, yani 3-5 tane adamın kendi menfaatleri uğruna dünyayı yakabilme gücü daha uzun yaşayacak. Varlığınız düzenin varlığına armağan olsun!

Sahi ne işimiz var bizim burda? Bu ilkesiz, ahlaksız düzenin içerisinde ne işimiz var? Tek değer yargısı "bizden ve öteki" olanların egemenliğinde ne işimiz var? Çoğunluğa tabi olup kendini garantiye almaktan öte ideali, felsefesi olmayan bu anlamsız kalabalığın içerisinde ne işimiz var?

Ama siz kendinizi güvende hissetmekte haklısınız. Kimse sizi farketmesin yeter. Kimse bir kişi olduğunuzu, bir birey olduğunuzu farketmesin. Kalabalığın arasına karışın. Herkesin yediğinden yiyin, herkesin giydiğinden giyin, herkes konuştuğunda konuşun, herkes susunca susun, herkes kalkınca kalkın, herkes oturunca oturun. Hiç kimse sizi farketmediği sürece güvendesiniz. Sessizce dünyaya gelip, sessizce yaşayıp, sessizce dünyadan gidebilirsiniz. Yaşadığınızı farketmezlerse size zarar veremezler unutmayın. Bir kazaya kurban gitmediğiniz sürece "huzur" içerisinde yaşayıp, ot misali döngünüzü tamamlayabilirsiniz. Korkmayın evet, güvendesiniz. Şimdi tekrar edin " peki tamam da orda ne işleri varmış"


16 Şubat 2015 Pazartesi

...

Bir garip hissediyorum.. Ruhum daralıyor..
Özgecan.. Fotoğrafından tanıyorum sadece. Hikayesinin sonunu biliyorum bir de. O masum bakışlar ve o hikayeyi yanyana getiremiyorum kafamda, beynim parçalara ayrılıyor..
Kaç kere böyle oldum hayatta bilmiyorum.
Her kötü şeye karşı bir savunma, bir direnç geliştirir de boğulan ruhumuzu ferahlatırız ya hani, bu sefer olmuyor. Neresinden tutup da ferahlatalım daralan ruhumuzu?
Bir daha böyle şeyler olmasın diye ne yapalım ya da?
Öyle çaresiz hissediyorum ki kendimi. Dünyayı yıkıp yeniden kurmadıkça hiç değişmeyecekmiş gibi geliyor. O vahşilerden her yerde bir sürü yok mu? Bir sürü tecavüzcü, bu devletin mahkemelerince indirimli cezalarla ödüllendirilmedi mi? Ve onlar aramızda yaşamaya devam etmiyor mu hala?
Tecavüzcülük değil de katillik mi esas suç? Vicdanım kabul etmiyor..

Bir kadının tecavüze uğrayıp öldürülmüş olması bu kadar içimi parçalarken, hiçbir detay duymak istemiyorum konuyla ilgili. Kaldıramıyorum.
Gücüm olsa bütün o otobüsleri yakmak istiyorum. O vahşileri tanıyan herkesi çok uzak yerlere sürgün etmek. O şehrin adını değiştirmek... Yüzleşemiyorum belki de. Yüzleşmeye yetmiyor yüreğim. Yüzleşmek gerekli mi peki?

Böyle bir dünyada ve böyle bir ülkede yaşıyorken, bütün bunlar oluyorken, ben şiir gibi bir kadına çok güzelsin diyemiyorum mesela. Utanıyorum erkek olduğum için. Bir kadının sevgisini hakettiğimi düşünemiyorum. Konunun benle ne ilgisi var?

Hepimiz suçluyuz belki de, gördüğümüz yerde kafasını ezmediğimiz için bu vahşilerin. Hepimiz suçluyuz tecavüzcü zihniyetin iktidarı hala yaşadığı için.. 

17 Ocak 2015 Cumartesi

Ahmet, Esra ve Şenol

Sahi sevmek ne demekti? Bir insanı tanımadan sevdiğini söyleyen budalalar da dahil mi buna? 5 günde bir insan tanınabilir mi ki?

Sevdiği için mutsuz olanlara selam olsun o halde.

Ahmet, Esra’yı seviyor. Esra da Ahmet’i seviyor ama arkadaş olarak. Çünkü Esra Şenol’a aşık.

Şenol’un aklı bir karış havada. Birini sevebilecek olgunluğa henüz erişmemiş. İnsanlara değer vermiyor, saygı duymuyor. Kendini seviyor sadece. Ama sorsan, Şenol Meltem’e aşık olduğunu söylüyor. Oysa aşkla, sahip olma isteğini karıştırıyor.



Ahmet sürekli Esra’nın yanında. Esra sürekli Şenol’dan bahsediyor. Ahmet, Şenol’dan nefret ediyor. Ne kadar garip değil mi? Dostunun dostu, dost oluyor da sevdiğinin sevdiğinden neden nefret ediyorsun? Sevmediğin yönleri var o halde sevdiğinin. Yoksa sahip olmak mı sevmek? Ait olmak mı sevilmek? Hayran olduğun birinin seçimleri de hayranlık uyandırmaz mı ki?

Ahmet cevap ver bana, orda mısın?

Ben bir insana neden hayran olayım? İnsanı oluşturan şeylerin çoğunluğu yaptığı seçimlerin toplamıyla alakalı değil miydi? Hayran olduğun şey de o değil mi? O halde Ahmet, sen Esra’ya hayran mısın? Esra’ya hayran olman için Şenol’a da hayran olman gerekir mi?  Cevap ver Ahmet !
Esra böyle geri zekalıca seçimler mi yapar yoksa hep? Nedir sende Esra’ya ilgi oluşturan şey? Esra, Şenol gibi bir karaktersizde ne buluyor?

Ahmet saf çocuk, iyi çocuk. Diyorlar ki Ahmet hep saflığından kaybediyor. Diyorlar ki Ahmet de Şenol gibi olsa kaybetmez. Ahmet saf olduğu gibi saflığa ilgi duyuyor. Esra’ya ilgisi de ordan geliyor.

Esra saf bir kız. Ama saflığa ilgi duymuyor. Şenol’a ilgisi ve Ahmet’i düşünmüyor oluşu da ordan geliyor.

Ahmet Esra’yı korumak mı istiyor yoksa? Kendi saflığından olan birini koruma içgüdüsü mü Esra’ya ilgi duymasına neden olan şey?

Esra saflığıyla barışık değil mi ki?

Yıllar geçiyor. Şenol’dan haberimiz yok. Ama sanmıyoruz ki mutlu olsun (umarım değildir). 

Esra, karar verme aşamasındayken bir türlü kendisiyle barışık olamadığı için dengesiz bir evlilik içerisinde. Ne istediğini anlamış artık ama seçimleri geri almak çok zor. Ahmet’i hep iyi hatırlıyor.

Ahmet dünyaya adapte olamamış hala. Saflığı iyi bir şey sanıp saflıkla ayakta duruyor. Herkes hala “Ahmet çok iyi bir insan” diyor. Ve herkes bunu demeye devam ettikçe Ahmet saflığı iyi bir şey sanmaya devam ediyor. Ahmet Esra’yı hiç de iyi hatırlamıyor ama.


Ahmet, Esra, Şenol… Bir sürü var her tarafta her birinden. Hangisine saygı duyalım? Hangisine sevmiş diyelim ki? 

Bence şiir okumak gerek. Bildiğin ama çok da hissetmediğin bir şiiri okurken, düşünmeye kafa yormaya gerek olmadan dizelere hayran oluyorsan belki de aşık olmuşsundur kim bilir.